
Toplumsal Dinginlik İhtiyacımız
İnsan denen canlı için hayatın bir anlamı olmalıdır. İnsan denen canlının öz farkındalığı, ölüm farkındalığı ve zaman algısı vardır. İnsan, kelimeler arasındaki bağlantıyı kurar, algısını oluşturur, yaşamını kurgular. Estetik algısı, sanat ve mizah anlayışı vardır. İnsan, ayrıca, yaşamında denge arar ve dengeden uzak davranışı fark eder. Ahlâk kurallarına, bilgeliğe, inanmaya ve tapınmaya da ihtiyaç duyar. İsterse çevresini değiştirebilmek ister. İnsanın bu ihtiyaçları doğasından gelir. Bu nedenledir ki; insan hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair, kendisine plânlar sunulmasını, bir kolaylık gibi görür. Bu şekilde canilik, cahillik ve vicdansızlığın önüne geçilebileceğini umar.
Sonra gelinen yer ise; dogmalar, sorgulanmamış sadakat ve yobazlık olabilir. Dinler ısrarcı, baskıcı ve buyurgan bir şekilde bize; ‘işte size erdemli yaşamanın yolları ve nasıl yaşayacağınızla ilgili kurallar bütünü’ dediler. Oldu mu peki? Olmadı tabii ki. Topluluk ruhuna, merhametle birbirimize el uzatmaya, iyiliğe, empatiye ulaşabildik mi? Çocukluğunda zihnine dogmatik ilkeler yerleştirilen tüm insanlık kötülükten, cehaletten, vahşetten vazgeçti mi? Oysa ki; aslında uyum, ahlâk, anlayış, sabır, şefkat vardı insanın doğasında. Ayna nöronları vardı insanın empati yapabilmesi ve şefkat duygusu geliştirebilmesi için. Sonuçta özümüzde iyilik vardı aslında.
Hristiyanlıkta doğuştan günahkâr kabul edilir insanoğlu. Hristiyanlık ve Musevilik, hayatı çirkinleştiren küçük sorunların büyüyüp zalimliğe ve suça dönüşmesine engel olmayı hedefler. İslâmiyette ise günahkâr doğmasak da şeytanla işbirliğine hazırdır insanoğlu. Dinler bilgeliği, iyiliği öğretmeye çalışsalar da; her bilgi gibi din de, gücü elinde bulundurmak isteyenlerin ve öğrenmeye hazır olmayanların elinde çarpıtılır.
Hatta öğrendiği bilginin son bilgi olduğunu düşünenlerin elinde değersizleşir. Huzur gider, karmaşa ve güvensizlik ortamı hakim olur. Dinler, kurumsallaşmanın verdiği sonsuz güçle, bilincimizi etkilemeyi sürdüre dursun; diğer yanda kötülük, vahşet, çirkinlik ve çürüme olanca hızıyla hükmünü sürdürür. Bu azgınlıkta kendinden olmayanı dışlamak, kimseye yaşam hakkı tanımamak, kendi menfaatleri doğrultusunda herkesi; kadını, çoluğu, çocuğu, hayvanı ve her şeyi manipüle etmek sıradan olur, işte görüldüğü üzere son zamanlarda yaşadıklarımız gibi.
Peki, acaba ruhun dinginliği için, arınmak ve saflaşmak için, sevgi ve şefkati artırmak, huzur içinde hep birlikte yaşayabilmek için neye ihtiyacımız var? Belki de öncelikle zekâ ve duyarlılığı artırmaya, bilgiyi güncellemeye ve bilimle el ele yürümeye. Teknoloji ve bilimden, yaşamın itici gücü olarak yararlanmaya da ihtiyacımız var. Psikoloji, mistisizm karışımı bir eğitim, sanatla iç içe öğrenmek ve daha seküler bir yaşam, tüm bu kötülüklere çare olabilir belki de, bilemiyorum. Ama, böyle iyiye gitmediğimiz kesin gibi.
Kitap okumak, sanatsal faaliyetlerle ilgilenmek ve kültürel aktiviteler insanın düşünmesini, sorgulamasını ve beslenebilmesini sağlayabilir. Üstü örtülü duygularımızı ve yaralarımızı sanatla fark edebiliriz. Okumak, öğrenmek, sanatın iyileştirici ve birleştirici gücünden faydalanmak çok değerli ve yararlı olabilir. Türkiye’de kitap okuma oranı yüzde 30 muş. İsviçre, Lüksemburg ve Danimarka gibi ülkelerde bu oran en yüksek. Örneğin bir Japon yılda ortalama 25 kitap okurken, bir İsviçreli ortalama 10, Fransız 7, Türk ise 10 yılda bir kitap okuyor. Burada, bizim adımıza, bir şeylerin ters gittiği çok belli. Tüm bunlar tabii ki, ekonomik olduğu kadar eğitim ve kültürle de alâkalı. Nasıl çözülebilir? Ya da çözüm gerçekten isteniyor mu?
Sanatın tedavi edici, şifalandırıcı, farkındalığı artırıcı özelliğinden yararlanmak, hiç de yabana atılmaması gereken bir güçtür. ‘Aslında bu acıda yalnız değiliz ve ayrıca birçok çare ve çözüm mevcut’ duygusunu geçirebilir bize. Çünkü insanların yaşadıkları acılar, kalp kırıklıkları, endişe ve korkular çok benzerdir. Hatta ölüm korkusu ve hastalıklarla mücadele konusunda bile aynıyız. İnsan; ruhunun en derininde çırpınarak bir şekilde beslenmeye ihtiyaç duyar aslında. Böyle eğitimsel, sanatsal ve kültürel imkânlara sahip olabilmek, kendi çırpınışlarına çare aramasına gerek bırakmayacak şekilde insanı besleyip, onu iyileştirebilir. Kendi iyi olan özünü fark etmesine neden olabilir.
Entelektüel ve seküler dünyadaki karışık ve dağınık bilgilerin bir düzen içinde toparlanabilmesi, belki de ihtiyaç duyduğumuz huzur ve güven ortamını bize sağlayabilir. Felsefenin kurucusu, Auguste Comte bir zamanlar, ‘İnsanlık Dini veya Pozitivizm’ adında seküler bir din tasarlamıştı. Dinin yerini alabilecek böyle seküler bir kurumun ne gibi işlevleri olması gerektiğini, aslında, yaklaşık olarak doğru bir şekilde saptayabilmişti, ancak bir hata yaptı. Kendisini de ‘Büyük Rahip’ olarak nitelendirdi. Tepede böyle bir güç olduğunda, en iyi niyetler bile boşa gider. Öyle de oldu.
Oysa ki; sağduyu ve bilgelik ilâve edilen bir düzen, işlevsel olma konusunda daha çok umut vaad eder. Topluluk duygusuna, birlik bilincine, adaletin işlediğine dair inanca, ayrıca; nezaket ve iyiliğe çok ihtiyacımız var. Umuda ihtiyacımız var. Her şeyin düzeleceğine dair küçük bir umuda… Bizler bir mum yakalım, bizler ışık olalım, aydınlığın karanlığa galip geleceğine inanalım…
Sevgiyle kalın, bir mum da siz yakın…